Scientia, Fortitudo et Virtus (Bilgi, Cesaret ve Fazilet)
üniversiteler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
üniversiteler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Şubat 2017

Yeteneği heba etmenin 1001 yolu!

Dünyamızda her yıl, binlerce parlak ve gelecek vaat eden üniversite mezunu genç insan iş gücüne katılır (tabi başta bir iş bulabilirse).
Bu gençler ortalamanın çok üstündeki zekaları ile ülkelerinin veya dünyanın en iyi üniversitelerinde yıllar boyunca hazırlanmışlardır.
Oldukça seçici ve rekabetçi lisans ve lisansüstü programları başarıp enstitü ve üniversitelerden mezun olan bu gençler, yaratıcılıklarını ortaya koyacakları bir iş yerinde yeterli fırsatı bulacaklarını umarlar.
Ancak onları tatsız bir sürpriz bekler!
Her ne kadar sahip oldukları bilgi, beceri ve donanım onların iyi bir iş bulmasında en büyük paya sahip olsa da, işe başladıklarında amirleri çoğu zaman onlardan bu yeteneklerini kullanmalarını beklemez ve bu parlak beyinler aptalca bulacakları rutin görevlerde tüketilirler.
Şansları varsa, yaratıcı ve zekalarını kullanabilecekleri riski yüksek, getirisi büyük bir işe başlayabirler. Ancak burada bile yapacakları en küçük hata, meslektaş ve patronlarının homurdanmasına neden olur.  Kurumdaki rutinin dışına çıkmamış arkadaşları terfi ederken, bu parlak zekalar ne yazık ki oldukları yerde sayarlar.   
Ülkemizde de ne yazık ki, yüz binlerce dolar harcanarak yurt dışına gönderilen yukarıdaki kalitede gençler, yurda döndüklerinde onları da buna benzer tatsız sürprizler beklemektedir!
Yurt dışında doktorasını almış, hatta doktora sonrasında bile bilmem kaç yıl yurt dışındaki saygın kurumlarda çalışarak bilgi ve tecrübe sahibi olmuş arkadaşlarımın yurda döndüklerinde akademik yetkinliklerinin dışında sayılabilecek rutin memuriyetlere verilerek nasıl heba edildiklerini bizatihi bilirim.
Şansları varsa, bir üniversitenin açtığı araştırma görevlisi kadrosuna atanabilirler. Bu sırada tabi, eğitimine Türkiye'de devam eden arkadaşlarının doçent ve hatta profesör olduğunu görürler. Çünkü, bizim gibi ülkelerde neyi bildiğin değil, kimi tanıdığın önemlidir. Dolayısı ile, kimisi merdivenleri tek tek çıkarken, kimisi asansörle çıkar.
Bu rutin memurluk, zaman kaybı ve geriye düşmüşlük onları mesleklerinden iyice soğutur ve yaşanacak maddi-manevi kayıplar tüm bunların üzerine tuz-biber olur ve kafayı yememişler ise hallerine şükrederler.
Bu, genel olarak çoğu dünya ülkesinde böyle. Bu nedenledir ki, dünyanın çivisi çıkmış!
Dolayısı ile yer yüzünde bilim, teknoloji, ekonomi, demokrasi, entelektüellik, mutlu insanlar topluluğu olarak gıpta ile bakılabilecek kaç ülke var? Bazılarınız, belki nüfusu birkaç milyon, toprağı bol, kaynakları zengin birkaç ülkeyi düşünebilir.
Ancak, bana göre böyle bir masal ülkesi! yok.

15 Haziran 2016

Başarıyı Köreltenler: Okullar!

Kaliteli bir eğitimin nasıl olması gerektiği tüm zamanların en tartışılan konuları arasında olmuştur. Ancak bu, "kalite"den ne kastettiğimize bağlıdır. 

Kast ettiğimiz şey, öğrencilerimizin sadece test skorları ise büyük bir hata yapıyoruz demektir. Çünkü toplumun sorunlarını çözmek, ihtiyaçlarını karşılamada yardımcı olacak bir şeyler üretmek istiyorsak, gerçek yaşamda önümüze soru banklarındaki soruların cevaplarını ezberlemekten daha fazlası çıkar. 

Peki okullar ne yapar?
Okullarına ve eğitimlerine gözleri ışıltı dolu bir hevesle başlayan çocukların heveslerini kursaklarında bırakırlar...

Nasıl mı?
Çocukların inanılmaz hayal güçlerini absürt bularak, yaratıcı fikirlerini küçümseyerek ve sonu gelmeyen soruları için bıkkınlık tavrı sergileyerek.

Sonuç?
Kendimiz gibi birçok konuda bilgisi olan, fakat kafasındaki bu ezbere bilginin kölesi durumuna gelmiş normalize bir insan.

"Çocuklarıma asla bir şeyler öğretmeye çalışmam. Onlara öğrenecekleri bir ortam sağlarım."
-Albert Einstein

Bundan daha veciz bir söz ne olabilir.

Allah aşkına üniversitelerimizi bir düşünün...

Çoğu kendilerine gelen öğrencilere halihazırda bilinenlerden başka ne öğretiyor? Zaten bu soru yanlış... "Öğretmek!"

Hangi devirde yaşıyoruz. Çocuklar senin o "öğrettim" dediğin şeyleri İnternet'ten de öğrenebilirler. Böylece rahatlarını bozmadan okula gelip dört duvar arasında vermiş olduğun sıkıcı nutuklardan da kurtulmuş olurlar.

Sadece bilgi yüklenmenin bir anlam ifade etmeyeceğini bilmeliyiz. Eğer etseydi bugün hemen her alanda en gelişmiş ülkeler olan Amerika, İngiltere ve Almanya'nın açlıktan ölmeleri gerekirdi. Mesele öğrenmiş olduğun bilgi ile ne yaptığındır... Bu konudaki bir yazımı burada okuyabilirsiniz.

Önemli olan onlara öğretmeyi değil "anlama" veya "anlamlandırma"yı göstermek, yaratıcılıklarını ortaya koyacak bir ortam sağlamaktır. Sayfa sayısı binlerle ifade edilen ders kitaplarındaki kuru gerçekleri sıralayıp, sonucu bilinen deneyleri önlerine koyarsak kendi kendimizi tekrardan başka ne işe yarayacaktır. 

Bunu yaparsak öğrenci, zaten her şeyin bulunup keşfedilmiş olduğunu, bunlarla ilgili bilginin kitaplarda yazılı olduğunu, kendilerine düşenin bu kitaplardaki sonu gelmez kavram ve konuları ezberlemek olduğunu düşünecek ve merakı, dolayısı ile üreticiliği, keşfetme hazzı tamamen dumura uğrayacaktır. Bu konuda yine Einstein aynen şunu söylüyor: "Bu çeşit formal bir eğitimle merakımın tamamen yok olmadığına hayret ediyorum". 

Zaten bu değil midir ki ülkemin güzel insanı diplomasını cebine koyduğunda artık her şeyin bitmiş olduğu kanısına varır ve bırakın araştırma ve üretmeyi, okumayı bile rafa kaldırır. Bu konudaki bir yazımı burada okuyabilirsiniz.

Çocuklarımızın öğrenme, anlama, problem çözme, keşfetme, üretmeleri için bilinenlerden çok bilinmeyenleri tartışmalı ve onların meraklarını daha da ileri taşıyacak uygulamalar yapmalıyız. Böylece çocuklarımızın kendine güveni gelir ve henüz bilinmeyen dünya kadar konu içinde kendilerinin de çözebileceği, keşfedeceği şeyler olabileceğinin fevkine varırlar...

Ne zaman iflah oluruz? 

Karşımızdaki öğrencilere medrese hocası edası ile her şeyi kendimizin bildiğini veya kitaplarda yazılı olduğunu, onlara düşenin ise hiç bir şey sormadan, yorum yapmadan bizi dinlemeleri, kitaplardakini okuyup ezberlemeleri olduğunun yanlış bir yol olduğunu anlarsak... 

22 Mart 2016

Akademik Dünyanın Gerçeği 5Y1O Kuralı: Yay Yayın Yap, Ya da Yok Ol!

Bir basın ve yayın kuralı olan 5N1K'yı çağrıştırsa da, akademik dünyada 5Y1O olarak kısaltabileceğimiz "Yay Yayın Yap, Ya da Yok Ol!" kuralı vardırBatı dünyasında bunun karşılığı "Publish or Perish"tir.

Çok tartışılan bir konu olsa da, akademik dünyanın bir gerçeğidir yayın yapmak (yayın hazırlamak ve yayına kabul ettirmede 6 altın kuralı burada yazmıştım).

Tartışılan yönleri arasında işe alınma, sözleşme yenileme ve terfi ettirmede yayınların kurumlar tarafından salt (veya en önemli) kriter olarak alınması gösterilmektedir. 

Ayrıca, araştırmacılar üzerinde böyle bir yayın baskısı kurmanın, onları zorlama yayın yapmaya ve bunun da üretilen bilimin kalitesinin düşmesine sebep olduğu yönünde haklı görüşler vardır. Akademik kaygı ile yapılan yayınların, bilim için bir kazanç değil, kayıp olduğunu düşünenler bulunmaktadır. 


Yayın baskısı sadece bize has bir şey değil. Tüm dünyada "yayın yapmak" bilimde üretkenliğin en önemli göstergesi olarak kabul ediliyor. Aksi taktirde, halkın parasının çarçur edilmiş olacağı savı dillendiriliyor.

Ne diyelim... Nasrettin Hoca'nın dediği gibi her iki görüşte kendince haklı.

İşe alacağımız akademisyeni karşımıza alıp, onun eserlerine (yayın, kitap, proje) bakmadan sadece "Anlat bakalım hele. Ne çalıştın, ne ürettin, ne yaptın?" diyemeyiz. Böyle bir soruya, birçok insan bire bin katarak ne derece büyük bir bilim insanı olduğunu anlatacaktır. 

Ancak, kişinin önümüze koyacağı, yukarıda belirttiğim kaygılar sonucu yapılmış, birbirinin kopyası sayılabilecek Web of Science (SCI, SSCI, AHCI) tarafından bir şekilde taranan ancak etki faktörü sıfır yüzlerce derginin herhangi birinde yapılmış onlarca yayının temel referans alınması ne derece doğru olur?

Sanırım bu konuda karar yine seçici kurullardaki bilim insanlarının basiretli tutumuna bırakılmalı. Evrensel bilim ölçülerine göre değerlendirilecek bir dosya veya adayın performansı, onun  ne derece yetkin ve etkin biri olduğunu ortaya zaten apaçık koyacaktır. 

Ancak, bu "apaçık" durum, deveyi pire, pireyi deve yapacak taraflı değerlendirmelerle değil, "apolitik" bir yaklaşımla belirlenebilir. 

Evrensel akademik kriterlere değil kendi uydurma kriterlerine tevessül eden, esasen bir  değerlendirme kriteri bile bulunmayan, kadrolaşmayı bir peşkeşe çevirmiş olan kurumlar ise kaybedenler olacaktır.

29 Şubat 2016

Acınası Bilim İnsanları!!! Memurluğu Akademisyenliğe Tercih Edenler...

Şark Kültürü: Çocuğum devlet memuru olacak. Çocuğum müdür olacak. Çocuğum yönetici olacak.

Çocuğum bilim insanı olacak” diyeni çok az görürsünüz. Çünkü bilim insanı olmak zor ve meşakkatli bir iştir. Sırtında laboratuar önlüğü, elinde eldivenler…  İnsanımız bunu “amelelikle” bir görür…

Hâlbuki elinde bir Bond çantan, büyük bir odan, önünde şatafatlı bir masan ve insanların getirdikleri evraklara bir imza atıyor veya bir mühür basıyorsan senden büyük yok.

Zaten atalarımız ne demiş: “oğlum! baş ol da istersen soğan başı ol”

Ne yazık ki, yıllarca eğitim almış (lisans, yüksek lisans, doktora, vs) ve bunun için ailesi ve ülkesinin büyük paralar harcadığı insanımız bu tür memurluklara çok hevesli. Henüz mesleğinin başındaki birçok genç insanın bir ilkokul mezunun bile yapabileceği basit bir yöneticiliğe (ben buna memurluk diyorum) heveslenip, esas mesleğinden (yani akademisyenlikten) uzaklaştığını görüyoruz.

Halbuki aslolan senin mesleğin ve ürettiklerindir. Esas işini yaparak yetiştirdiğin öğrenciler ve onların öğrencilerinde bir bilim kültürü ve yaşam felsefesi kazandırırsın. Öğrencilerin belki seni yıllarca (tabi mevta olup gitmiş isen rahmetle) anacak, yazdığın kitap ve makaleler, ürettiğin araç ve gereçler senden sonra da insanların elinde ve dilinde olacaktır.

Senin o güzelim (soğan başı!) yöneticiliğini ise 5 yıl sonra kimsecikler hatırlamayacaktır. 

Amerika'da bulunduğum süre içinde gördüm ki bu tip yöneticilikler, hiç bir projesi olmayan, yayın yapmayan, lisansüstü öğrencisi olmayan ve bir araştırma labı bulunmayan sadece derse girip çıkan insanlara veriliyor. 

Ha şunu hemen belirteyim, ülkenin ve kurumunun bilim politikalarına yön veren en üst yönetici pozisyonunda bulunuyorsan ve bunu da hakkı ile yerine getirebiliyorsan ne ala. Gerisi fasa fiso. Çünkü baş nereye ayaklar da oraya…

Ancak, böyle bir pozisyondaki insanın kendisinin de erdem sahibi, dünyayı tanıyan, vizyoner ve en önemlisi de kendisinin de adam gibi bir bilim insanı olması gerekir.

Örnekle bitireyim.
Bir mal üreten bir fabrikanız var. Hadi diyelim o işletmede akıllı telefon üretiyorsunuz. Yöneticiliği sevdiğimiz için Türkiye’deki gibi 100 yöneticiniz ve 100’de çalışanınız (bilim adamı, mühendis vs.) var. Bütün yöneticilerin el ve ayaklarını bağlasanız veya esasen işe hiç gelmeseler bile o fabrikada yine akıllı telefonlarınız sorunsuz üretilecektir. Ancak, hafıza çipini yapan mühendisiniz, onu yerine takan çalışanınız (yani iş yapan 2 kişi) yoksa telefonu unutun. Çok yakında iflas bayrağını fabrikanın önüne asarsınız.  

Ondan sonra oturup düşünürüz. Şirketim, ülkem neden bir akıllı telefon üretemiyor?, üniversitem neden ilk 100’e girmiyor?… vs. vs.

Çünkü, ortada iş yapacak memur bırakmamışsın (işi bilen çalışan anlamında), sen hepsini amir yapmışsın. Ortalıkta amirden geçilmiyor ama işin ucundan tutan yok.


Bahse girerim, geçen yıl Nobel Ödülü alan vatandaşımız Aziz Sancar bugün ülkeye gelse, bizim rektörler onu hemen sadece tabelası olan bir araştırma merkezine müdür yaparlar. Aziz Sancar ülkenin gelecekteki akademisyen ve belki de Nobelistlerini yetiştireceğine, müflis esnaf misali büyük bir odada şatafatlı bir masanın başında “müdür”lük yapmanın dayanılmaz cazibesini! yaşayacaktır… 

25 Ocak 2016

Büyüklüğü “Bina Sayısı”, Başarıyı “Öğrenci Sayısı” Olarak Gören Ülkemin Güzel Üniversiteleri!

Başlıktaki “Güzel” sözcüğünden ne kastettiğimi anlamışsınızdır. Az sayıda güzide üniversitemizi saymazsak, birçok üniversitenin Büyüklük ve Başarı algısı ne yazık ki yazımın başlığındaki gibi.

Esasen, hem bina sayısı hem de öğrenci sayısı başarı ile ters orantılı. Yani sayılar artarsa, başarı düşer. Nasıl mı?

Çünkü bu üniversiteler belli bir şeye odaklanmayı kaybederler. Yaptıkları iş, kendi yaratmış oldukları tıka basa dolu binaları, üst ve altyapıyı idame ettirmek ve kaldırabileceklerinin 10 katı öğrenci ile uğraşmaktır. Bunları yaparken, esas işleri olan bilim üretmeyi ise rafa kaldırırlar.

Bir üniversite düşünün ki, kampüsünün her tarafından mantar gibi binalar (yani fakülteler) fışkırmış, binaların içi kuru kalabalıklarla dolu ve belli sayıdaki eğitim kadrosu sabah akşam derslere girmek ve öğrenciye nutuk atmaktan araştırmaya fırsat bulamıyor. Öğrencileri ise bir beceri kazanmaktan çok, nutukla idare ediyor.

Bilimsel hiçbir başarısı olmayan, bu üniversitelerin adeta mahalle muhtarı edası ile sabah akşam bina ve kelle sayısı ile övünmeleri gayet normal kabul edilmelidir.

Aşağıda, sizinle Amerika’dan bir kampüsten iki fotoğraf paylaşıyorum. Yer: Cold Spring Harbor Laboratory (New York). Dünyanın en prestijli araştırma merkezlerinden biri. Bilim (özellikle Biyoloji) kitaplarımızdaki birçok buluşun merkezi. Az sayıda öğrencisi, çok sayıda araştırmacısı var. Hocalarının çoğu derse bile girmiyor. Kampüs araba, otobüs ve insanla dolup taşmıyor. Devasa ve çok sayıda binası yok. Tamamen bilim üretmeye odaklanmış ferah bir ortam.
(Büyütmek için resmlerin üzerini tıklayın)

Büyük (başlıktaki anlamda değil) üniversitelerinde de durum bundan farklı değil. Bu konuyu başka bir yazımda yazmıştım (bkz. Ülkemizde Yüksek Öğretim)    

Nicelikten çok niteliğin önemsendiği, sürekli bir fiziki yapılanma ile devlete yük olmayan, ancak ürettikleri bilim ve teknoloji ile devletin bilim ve ekonomisine katkı sağlayan üniversiteler dileği ile...

13 Ocak 2016

Bir Üniversite Nasıl Geri Bırakılır? Diriden Çok Ölüye Önem Vererek!

Şimdi hemen diyeceksiniz ki, ölülerimizden dualarımızı mı eksik edelim? Haşa... Tabi ki onları özlem ve rahmetle anar ve günümüzü onlara borçlu olduğumuzdan minnet duyarız.

Ancak, bir taşra üniversitesi düşünün ki çalışanlarının en az %50'si bulunduğu kentten ve hemen her gün çalışanların elektronik posta kutuları şöyle mesajlarla dolup taşıyor:

Falancanın babası, annesi, kayınvalidesi, kayınpederi, amcası, dayısı, dayısının kızı, eniştesi, eniştesinin hanımı, bilmem falanın filanı, filanın falanı vefat etmiştir. Cenazesi X mezarlığında falan gün defnedilecektir. Bunun için servisler filanca yerden falanca saate kalkacaktır vs.. vs.. vs..

Tabi, işten kaytarma peşinde olan uyanıklar! için bu “dokuz köye… duyurular” bulunmaz bir fırsattır. Tanıdık veya tanımadık bu cenazelere gitme bahanesi ile mesailerini bırakır, daha mezarlığa gitmeden servislerden inerler. İnsafsızlık yapmayalım, bazıları biraz daha sabrederek defin sonrası servislerden iner ve şehirde günün keyfini kendilerince çıkarırlar.

Bu türden duyurular esasen cenaze sahiplerine maddi ve manevi büyük yük getirir. En acı günlerinde, hayatlarında iki kere merhaba etmedikleri bir otobüs dolusu insanı karşılamak, ağırlamak, yedirmek, içirmek, yolcu etmek, vs.

Tabi takdir edersiniz ki, bu durum büyük iş gücü kaybına, çalışmaların aksamasına neden olur. Sonra oturup düşünürüz. Neden sayımız arttı da, marifetimiz artmadı?

İnsanlara (en azından idari personele) her sabah mesaiye gelme formları imzalatırsınız, ancak öğleden sonra ortadan kaybolduklarında nerede bu adamlar? dersiniz. Tabi, insanlara bu şekilde bir suiistimal yolunu kendiniz açtığınız için, kişi “cenazeye gittim” deyince yapacağınız bir şey de yoktur…

Bu duyurular olmazsa ne olur?

Çok güzel olur… Vefat eden insanın en yakın arkadaş, dost ve ahbabı zaten haberdar olacaktır. Sizin ayrıca dünya âleme bir duyuru yapmanıza gerek duyulmaz. Vefat eden, kurumda çalışan biri ise ilgili birim çalışanlarına bir başsağlığı mesajı web sayfasında yazabilir.

Velhasıl… Allahım! sen aklımıza mukayyet ol.

7 Ocak 2016

Üniversitelerimizin Geri Kalmışlığındaki En Büyük Neden: Rektör Atamaları, Akademik ve Diğer İdari Kadroların Belirlenmesi

Doktoramı yurtdışında yapıp yurda döneli 20 yıl olmuş. Bazen bakıyorum da, bölümümüzdeki özellikle 1. sınıf öğrencilerinin çoğu henüz 20 yaşında değil. Yani, kısaca yaşlanmışız!… Bu 20 yıl içinde, kendi üniversitemde birkaç rektör ve birçok akademik ve idari eleman gördüm. Tabii kendim de bunlardan biriyim.

Peki 20 yıl öncesine kıyasla, Türkiye’deki üniversiteler gün itibarı ile istenen seviyede mi?

Üniversite sayısına bakarsak göz alıcı bir değişim: 1996 yılında 60 olan üniversite sayısı 3 katından fazla artarak bugün 193 olmuş.

Peki, ülkelerin yüksek bilim ve teknolojisini üreten ve dolayısı ile ekonomilere yüksek katma değer sağlayan üniversiteler ülkemizde aynı görevleri hakkı ile yerine getirebildi mi?

Cevap: En iyimser ifade ile “Belki bir arpa boyu yol aldık”.   Kötümser cevapta ise bu cümle “almadık” yüklemi ile bitecekti.

Gözlemlerime göre, üniversitelerimizin bu acınacak durumda kalmalarında en büyük sebep üniversitelerin yine kendileri… Peki nasıl?

Liyakate göre değil; yalakalık, dirsek teması, sadakate göre her şeyi ölçüp biçmemiz.

Başlayalım…

Amerika’nın en saygın 8 üniversitesinin bulunduğu “Sarmaşık Ligi” üniversiteleri ve genel olarak diğer üniversiteleri akademik ve idari kadrolarını nasıl doldururlar?

Objektif ilanlarla. Hem de bu ilanlara sadece Amerika’da yaşayanların başvurması da gerekmez. Kendine güvenen tüm dünya insanları başvurabilir.

Örnek: Harvard Üniversitesi.

Rektör seçimi için bir “aday belirleme komitesi” oluşturur ve bu komite NATURE ve SCIENCE gibi “etki faktörü” 40 olan dergilerde ilana çıkar. (Hemen şunu belirteyim, tamamı ülkemiz bilim insanlarından oluşan ve ülkemizde yapılan bir çalışmaya dayalı bu dergilerde yılda ya bir yayın görürsünüz ya da görmezsiniz (bkz. Web of Science)).

Aday Belirleme Komitesi başvuruları değerlendirir ve seçilen 3-5 potansiyel rektör adayı üniversitenin Mütevelli Heyeti önünde projelerini ve projelerindeki hedeflere nasıl ve ne zaman ulaşabilecekleri konusunda sunum yaparlar. Böylece Mütevelli Heyeti üniversiteyi geleceğe taşıyacak sorumlu bir rektör atar (Amerika’da “Rektör” terimi kullanılmaz. Bunun yerine, “Üniversite Başkanı” terimi kullanılır). Rektörün görevde kalması, onun başlangıçta kabul gören hedeflerine ne derece vardığı ile doğrudan ilişkilidir ve uygun görülmezse normal süresi bitmeden görevi biter.

Göreve böyle gelmiş rektörler tabi ki, hedeflerine ulaşmak için en iyi bilim adamlarını devşirme ve en yetenekli ve vizyoner yöneticilerle yol almaya çalışırlar. Bunun için, her derecede akademik kadro için ilanlar yukarıda belirttiğim gibi yapılır ve ilgili herkes başvurabilir. Böylece, Amerika’nın hemen her üniversitesi idari ve akademik olarak kozmopolit, heterojen bir yapı gösterir ve her eyalet ve hatta her milletten bilim insanının rekabetçi çalışmasına ortam sağlar.

Bu durum; bizde dirsek teması ve sadakate dayalı olarak gerçekleşen ve “belli bir adayın çalışmasına” göre ilanların yapıldığı sisteme hiç benzemez. Unutmayalım ki “bilimsel seviyeye” değil de, bu tür neredeyse “adayın ayakkabı numarasına” göre yapılan alım ve atamalar ile "evrensel" değil "lokal" şehir üniversiteleri yaratırız. Öreneğin, kendi üniversitemde akademik personelin bile % 50 kadarının Malatya'lı olduğuna bahse girerim. Bu durum, kurumlarda hemşehriciliğe, tembelliğe, çürümüşlüğe sebep olur ve ilk önce o kuruma, uzun vadede ülkeye zarar verir.

Sonra oturup kara kara düşünürüz: Neden bir iPhone üretemiyoruz? Neden Nature ve Science’ta yayın yapamıyoruz? Neden yüzlerce insanın alın teri ile üretilen 1000 gömleği satarak eloğlundan sadece 1 adet yüksek teknoloji ürün alabiliyoruz? Neden hiçbir üniversitemiz dünyada ilk 100'e girmiyor? Neden? Neden? Neden?

Önümüzdeki 20 yılda umarım bu NEDEN'ler yok olur veya en azından sayıları azalır... 

29 Kasım 2015

İslam Dünyası Bilimde Neden Bu Kadar Geri?

İslam Dünyasının bilime yön veren rolü neredeyse 700 sene önce sona erdi. Adı geçen dünyada, özellikle 8. ve 13. yüzyıllar arasında "altın çağ"ını yaşayan bilim, nasıl oldu da bugünlere geldi: geri, içine kapanık ve ciddiye alınmayan.

Buna sebep olan nedenler konusunda birçok tartışmanın yapılmış olduğu, yazının yazıldığı, yayının yapıldığı aşikar. Ancak, bu konuda geçen ay Nature dergisinde çıkan bir yazıyı kısmen yorumlarımı da katarak kısaca görüşlerinize sunayım.



  • Dünyadaki 57 İslam ülkesinin nüfusu, dünya nüfusunun yaklaşık % 25'i. Ancak, 2012 itibarı ile bu ülkelerin aldıkları patent sayısı tüm patentlerin sadece yaklaşık % 2'sini,  çıkardıkları yayınlar toplam yayınların % 6'sını ve araştırma harcamalarının ise dünyanın sadece % 2.4'ne denk geldiğini görüyoruz. Dünyada yaklaşık 200 ülke olduğu kabul edilirse (veya nüfus göz önüne alınırsa), bu rakamların İslam dünyası için yaklaşık % 25'lerde olması gerekirdi.
  • Daha da acınacak halimiz tüm İslam dünyasında bilimde alınan Nobel Ödülü sayısının sadece 3 olduğudur (Mohammad Abdus Salam (fizik 1979), Ahmed Zewail (kimya 1999), Aziz Sancar (kimya 2015)) . Buna Nobel Ekonomi, Edebiyat ve Barış Ödüllerini de dahil ederseniz islam dünyasının bugüne kadar aldığı toplam Nobel sayısı 12'dir. Gurur duymalıyız ki, bu 12 ödülden 2'si ülkemiz insanına aittir (Orhan Pamuk ve Aziz Sancar)
  • Dünyadaki nüfusu yaklaşık 1.5 milyar olan Müslümanların 12 Nobel ödülüne karşı, acaba tüm dünyada sayısı sadece 35 milyon olan Yahudilerin kaç Nobel Ödülü var. Tamı tamına 170.
  • İslam ülkelerin dünyadaki "top 400 üniversite"si arasında sadece 10 kadar üniversitesi, ilk 100 üniversite arasında ise hiç üniversitesi bulunmamaktadır.
  • İslam ülkelerinde gayri safi yurt içi hasıladan araştırma ve geliştirmeye ayrılan pay ortalama % 0.5 iken, gelişmiş ülkelerde bu oran % 2-3'lerde seyretmektedir.
  • İslam ülkelerindeki ders kitaplarının çoğunun miyadını doldurmuş olduğu (10 yıllık kitapların hala okutulduğu) ve eğitim öğretim metotlarının eski usulle devam ettiği belirtilmektedir (Bu bağlamda şunu unutmayalım: Bilimde kitabın yenisi, tarih ve felsefe gibi sosyal bilimlerde ise kitabın eskisi makbuldür).
  • İslam dünyasında yapılan yayınlar çok daha az "atıf" almaktadır. Örneğin, Güney Afrika ve İsrail'in yayın başına aldığı atıf sayısı, biz İslam ülkelerinin sırası ile yaklaşık 2 ve 3 katıdır. (Bu, sadece yayın olsun da ne olursa olsun mentalitemizi gösteriyor).
Peki bütün bu geri kalmışlığın nedeni bu rakamlar mı? Yani, İslam ülkeleri GSMH'larının % 5'ini bile araştırmalara harcasalardı durum çok mu değişik olacaktı? Hey hat! olmazdı... Para ile akıl alınmıyor çünkü...

Şapkamızı önümüze koyup düşünürsek, her konuda gittikçe marjinalleşen (radikalleşen) biz İslam ülkelerinde bu duruma gelinmesi gayet normaldir. Çünkü, bilim ve teknoloji  sadece her tür görüş ve düşüncenin (absürd bile olsalar) serbestçe  tartışılıp konuşulduğu, kimsenin kimseyi düşünce ve dünya görüşü ile yargılamadığı ortamlarda büyür ve gelişir. 


Biz İslam ülkelerinde kimin neyi bildiği (yani liyakat) önemli olmayıp, kimin kimin adamı olduğu (yani yalakalık) önemli olduğu sürece, başkalarının kuyruğu olunmaya devam edeceğiz. 


Kitapları 500 yıl boyunca batı dillerine çevrilen ve üniversitelerinde ana ders kitapları olarak okutulan İbn-i Sina'nın bir sözü ile bitireyim:


"Bilim ve Sanat taktir edilmediği yerden göç eder". 


Her milleten bilim adamını devşirmiş, 100 yıl gibi bir sürede dünyanın bugünkü bilim ve teknolojideki (tabi ekonomideki) süper gücü haline gelmiş ve her yıl Nobel ödüllerini süpürüp götüren Amerika acaba bunu yukarıdaki manada bir "takdir"le mi başardı?

Çünkü, bilimde Nobel Ödülü alan yukarıda adını verdiğim 3 Müslüman bilim adamı kendi ülkelerinde değil, ABD'de yaptıkları çalışmalarla bu ödülü aldılar.

29 Temmuz 2015

Girişimci ve Yenilikçi Üniversite Endeksi 2015

Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı tarafından 2012 yılından beri uygulanan Girişimci ve Yenilikçi Üniversite Endeksi 5 boyuttan ve bu 5 boyut altında 23 göstergeden oluşmaktadır.
Ana göstergeler:
• Öğretim elemanı bazında: yayın sayısı, atıf, proje, ödül, lisansüstü mezun sayısı
• Fikri mülkiyet: patent, tasarım
• İşbirliği: üniversite-sanayi proje sayısı, dolaşımdaki öğretim elemanı/öğrenci sayısı, uluslararası işbirliği
• Girişimcilik: inovasyon ve girişimcilik konularındaki ders sayısı, teknoloji transfer ofisi, teknopark
• Ekonomik katkı: ürünün ticarileşmesi, kurulan firma sayısı
Bu ana göstergeler ve diğer yan göstergeler göz önüne alınarak her yıl Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı tarafından ilk 50’ye giren üniversite ve teknoloji enstitüsü açıklanmaktadır.
Her şeyi göstermese de, bu tür derecelendirmeler kurumların tanınırlığından, büyük projeler almalarına ve başarılı öğrenciler tarafından tercih edilmelerine kadar bir seri etkide bulunurlar. Diğer bir deyimle, “kötü bir standart, standartsızlıktan iyidir”.
Son söz: İlk 50’ye ucundan (sondan) giren üniversitelerin bile bunu övünç kaynağı yapıp web sayfalarında vermelerinin absürtlüğünü kabul edersiniz.
Takıma sormuşlar:
– Turnuvada kaçıncı oldunuz?
– Üçüncü.
-Peki kaç takım turnuvaya katıldı?
-Üç.
Link: Girişimci ve Yenilikçi Üniversite Endeksi 2015 (ÖSYM sınav sayfasında verilmiştir! Dolayısı ile öğrenciler üzerindeki etkisini düşününüz…)
Bu arada, ülkemizin AR-GE potansiyeli ve araştırmacı sayısı konusunda da ilk ağızdan (Sanayi Bakanı) bilgilendirilmiş bulunuyoruz.
        2002                 2013
Akademisyen     74000              142000*
Bilimsel yayın     8995               26259
Patent başvuru      414                4869*
Ar-Ge personeli 28964             112969
Üniversite sayısı     76                  193**
Teknopark sayısı      2                   61**
Ar-Ge merkezi sayısı –              192**
Teknoloji transfer ofisi –           34**
* 2014 verisi, ** 2015 verisi.